1 - GİRİŞ
Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s.a.s.) Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde, Mekke şehrinde doğdu. O'nun
hayâtını ve insanlık târihinde yaptığı büyük inkılâbı kavrayabilmek için,
yaşadığı asırda Arabistan'ın genel durumunun ve Arapların yaşayışlarının, ana
hatları ile de olsa, bilinmesinde fayda vardır.
İslâmiyet'ten önce
Araplar, henüz millet hâline gelemedikleri için; kabîleler hâlinde yaşıyorlardı.
Her kabîle, diğerlerinden ayrı bir devlet gibiydi. Kabîle başkanına "Şeyh"
deniyordu. Hicaz ve Yemen bölgelerinde bazı şehirler kurulmuşsa da, genellikle
çöllerde çadır ve göçebe hayâtı geçiriyorlardı. Hicaz bölgesinde üç önemli
şehir, Mekke, Yesrib (Medine) ve Tâif'ti. Mekke'de Kureyş Kabîlesi, Tâifte Sakîf
Kabîlesi, Yesrib (Medine) de Evs ve Hazreç adlı Arap kabîleleri ile
Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları olmak üzere üç yahûdi kabîlesi
bulunuyordu. Diğer kabîleler genellikle göçebe idiler.
Kabîleler arasında
kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi sebepler yüzünden savaş eksik olmazdı.
Yalnızca yılın dört ayında (Muharrem, Recep, Zilka'de ve Zilhicce aylarında)
harbetmezlerdi. Bu aylara "eşhür-i hurum"(1) (savaşılması, kan dökülmesi haram
olan hürmetli aylar) denir. Bu esnâda, bütün kabîleler güvenlik içinde seyâhat
edebildikleri için, genellikle büyük panayırlar bu aylarda kurulurdu. Mekke'nin
hâkimi, Kâbe ve civârındaki putların koruyucusu oldukları için Kureyş kabîlesi,
diğer bütün kabîlelerden saygı görürdü. Bu sebeple Kureyşliler, senenin her
mevsiminde diledikleri yere seyâhat edebiliyorlardı.(2)
Hicaz
bölgesindeki panayırların en önemlileri, Mekke civârında kurulmakta olan Ukaz,
Mecenne ve Zülmecaz panayırlarıydı. Bu panayırlara ülkenin dört bir yanından
akın akın gelenler arasında satıcılar, iffetsiz kadınlar, şâirler, hatipler,
kâhinler ve çeşitli dinlere mensup kimseler de bulunuyordu. Tâif'le Nahle
arasında kurulmakta olan Ukaz panayırında, şiir yarışmaları yapılır; beğenilip
derece alan şiirler, Kâbe'nin duvarlarına asılırdı. Bu şekilde Kâbe duvarında
asılmış olan yedi ünlü kasideye "el-Muallekatü's-seb'a" (Yedi Askı) denilmiştir.
Müslümanlıktan önce, Arapların çoğunluğu putperestti. Yapmış oldukları
bir takım heykellere ilâh diye tapıyorlardı. En önemli putlar, Hubel, Lât,
Menât, Uzzâ, Vedd, Suva', Yeğûs, Yeûk ve Nesr adlarını taşıyanlardı. Mekke'de
Kâbe ve civârına 360 kadar put yerleştirilmişti. Her kâbîlenin ayrı bir putu,
her putun özel bir ziyâret günü vardı. Böylece yılın her gününde putlarını
ziyârete gelenlerle dolup taşan Mekke, bir ticâret merkezi olduğu kadar,
putperestliğin de merkezi hâline gelmiş bulunuyordu.
Arabistan'da
putperestlerden başka, Mûsevî, Hıristiyan, Mecusî (ateşe tapan) ve Sâbiî
dinlerine mensup kimseler de vardı. Bunlardan başka, çok az sayıda, Hz.
İbrahim'in tebliğinden o devre ulaşan dinî esasları benimsemiş tek Tanrı
inancında olan "Hanîf"ler vardı. Nevfel oğlu Varaka, Cahş oğlu Abdullah,
Huveyris oğlu Osman ve Sâide oğlu Kuss bunlardandı.
İslâmiyetten önce
Arap Yarımadasının kuzeyinde (Sûriye'de) "Nebtî", güneyinde (Yemen'de)
"Himyerî", Irak'ta ise "Süryânî" yazıları kullanılıyordu. Hicaz Arapları Sûriye
ve Irak'a ticâret için yaptıkları seyâhatlarda Arapça'yı Nebtî ve Süryânî
yazıları ile yazmayı öğrendiler. Daha sonraki asırlarda, Nebtî yazısından
"Nesih"; Süryânî yazısından da "Kûfî" denilen yazı sitilleri doğmuştur. Ancak,
Araplar arasında okuyup yazma bilenlerin sayısı son derece azdı. Cömertlik,
konukseverlik, sözde durma, düşmanları bile olsa kendilerine sığınanları himâye,
cesâret.. gibi bazı iyi hasletleri yanında, soygunculuk, faizcilik, zenginleri
üstün, fakirleri hor görme, içki ve kumar düşkünlüğü, kabilecilik gayreti ile
kan dökme gibi son derece çirkin âdetleri de vardı. Hele köle ve kadınlara insan
değeri vermezlerdi. Kadınlar, ölen kocasından, babasından ve diğer yakınlarından
mirâs alamadıkları gibi, kendileri mirâs malları arasında, mirâscılara kalırdı.
Erkekler istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi. Fuhuş âdeta meslek hâline
gelmişti. Bu yüzden bazı kimseler kız çocuklarını diri diri kumlara gömecek
derecede vahşet göstermişlerdi.(3)
İslâmiyetin doğuşu sırasında yalnız
Araplar ve Arabistan değil, bütün dünya, zulüm, sefâhet ve cehâletin karanlığı
içindeydi. Maddî ve rûhî sıkıntılar içinde bunalmış olan insanlık, bir mürşit,
bir kurtarıcı beklemekteydi. Kur'ân-ı Kerîm "Câhiliyet Devri" denilen bu
karanlık dönemi, "İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden,
fesat (her tarafı kapladı) karada ve denizde yayıldı."(4) ifâdesiyle en vecîz
bir şekilde anlatmaktadır.
"Aralarında birine bir kızı olduğu
müjdelendiği zaman, içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen
kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır. Şimdi onu utana utana tutsun mu,
yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hüküm veriyorlar." (en-Nahl Sûresi, 58-59.
Ayrıca bkz. ez-Zuhruf Sûresi, 17; et-Tekvîr Sûresi,8-9)
2—MEKKE
VE KÂBE
Yeryüzünde Allah'a ibâdet için yapılan ilk binâ, bütün
namazlarda kıblegâh olarak yönelmekte olduğumuz Kâbe'dir.(5) Allah'ın emriyle
Hz. İbrâhim ve oğlu Hz. İsmâil tarafından(6) Milattan 2000 yıl kadar önce
Mekke'de yapılmıştır.(7) Tavâfa başlama yerinin işâreti olmak üzere, Kâbe'nin
güney-doğu köşesi (Rükn-i Hacer-i Esved) nde bulunan "Hacer-i Esved" denilen
siyah taşı Hz. İbrâhim, Ebu Kubeys dağından getirerek hâlen bulunduğu köşeye
koymuştur. İnşaatın tamamlanmasından sonra Hz. İbrâhim ilk tavâfı oğlu Hz.
İsmâil'le beraber yapmış, bütün insanları hacca, Kâbe'yi ziyârete dâvet
etmiştir.(8)
Mekke şehri, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in büyük dedelerinden
Kusayy tarafından, Kâbe'nin inşâsından çok sonra kurulmuştur. Allah'a ibadet
için yapılmış olan Kâbe, zamanla "Tevhid İnancı"nın unutulmasıyla, putlarla
doldurulmuş; Mekke puperestliğin merkezi hâline gelmiştir.
a) Mekke
ve Kâbe ile İlgili Özel Vazifeler
Mekke şehrini kuran Kusayy, şehrin
idâresi, Kâbe'nin bakımı ve Kâbe'yi ziyârete gelenlere hizmetle ilgili bazı
görevler ihdâs etti. Bu hizmetler Hz. İsmâil'in neslinden olan kimseler
tarafından yerine getiriliyordu. Bu hizmet ve görevlerden bir kısmı şunlardır:
1- Hicâbe: Kâbe'nin perdedarlığı ve anahtarlarını taşıma
görevidir.
2- Sikâye: Kâbeyi ziyârete gelenlerin suyunu temin
etme ve Zemzem kuyusuna bakma görevidir.
3- Rifâde: Kâbeyi
ziyâret için Mekke'ye gelenleri ağırlama, barındırma ve muhtaçlara yardımcı olma
hizmetidir.
4- Nedve: Kusayy tarafından yapılan "Dâru'n-Nedve"
adlı istişâre meclisi binâsında yapılan toplantılara başkanlık etme görevidir.
Savaş, sulh ve memleketin diğer bütün önemli işlerinin kararı, burada yapılan
toplantılarda verilirdi. Kırk yaşından küçük olanlar, bu meclise alınmazlardı.
5- Livâ: Savaş zamanında ve askerin toplanmasında sancağı taşıma
görevidir.
6- Kıyâde: Savaşta askere komuta etme görevidir.
7- Sefâre: Aynı toplum içindeki fertler veya kabîleler arasında
meydana gelen çekişmelerde hakem olarak arabulma hizmetidir.
8-
Hazine-i emvâl: Savaş için hazırlanan silâh, mal ve âletleri muhâfaza etme
görevidir.
9- Ezlâm: Oklar ile fal bakma işidir.
Kâbe'nin
üzerine konulmuş olan Hubel adlı putun yanında üç fal oku vardı. Birinde:
"emeranî rabbî" (Rabbım bana emretti); diğerinde "nehânî rabbî" (Rabbım bana
yasak kıldı), yazılıydı. Üçünçüsü ise boştu.
Yapacağı iş konusunda karar
veremeyen kişi, ezlâm işiyle görevli kimse aracılığı ile bu oklardan birini
çekerdi. Birinci ok çıkarsa, tasarladığı işi yapar, ikincisi çıkarsa o işten
vazgeçerdi. Üçüncüsü çıkarsa, o işi bir yıl erteler, ertesi sene falı yenilerdi.
10- Nezâre: Bir yerden başka bir yere nakledilecek eşyayı kontrol
ve muâyene ettikten sonra "taşıma ruhsatı" verme görevidir.
Araplar
arasında her biri büyük bir şeref sayılan bu hizmet ve görevlerin hepsi
Kusayy'ın elinde toplanmışken daha sonra Kureyş arasında dağılmıştır.
b) Zemzem
Suyu
Hz. İbrâhim, Milâttan yaklaşık 2000 yıl kadar önce, Irak'ta
Sümer şehirlerinden "Ur" sitesinde dünyaya geldi. Peygamber olduktan sonra,
halkı tek Allah'a imâna dâvet ettiği için, Bâbil Hükümdârı Nemrut tarafından
ateşe atıldı. Fakat Allah'ın emri ile ateş onu yakmadı.(9) Kendisine imân eden
İbrâni'lerle Filistin'e göçtü. Birara Mısır'a gitti, orada da kendisine imân
eden kimse bulamadığı için, tekrar Filistin'e döndü.
Hz. İbrâhim, karısı
Hâcer ile henüz annesini emmekte olan oğlu Hz. İsmâil'i Allah'ın emri ile
Filistin'den alıp, Mekke'ye, Kâbe'nin bulunduğu yere götürdü. Onlara bir
dağarcık hurma ve bir kırba su bırakarak yanlarından ayrılıp Filistin'e döndü. O
esnâda, henüz Kâbe yapılmamış, Mekke şehri kurulmamıştı. Etrâfta ne insan, ne
su, ne de hayat işâreti vardı.
Hz. İbrâhim, eşi ve çocuğundan ayrılıp
onları göremeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, Kâbe'nin bulunduğu yere yönelerek:
"Rabbımız, zürriyetimden bir kısmını senin kutsal evinin yanında, ekin
bitmez (çorak), bir vâdi içinde yerleştirdim. Rabbımız, (beyt'inde) namaz
kılmaları için, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir,
şükretmeleri için onları meyvelerle rızıklandır..."(10) diye duâ etti ve
uzaklaşıp gitti.
Yanlarındaki hurma ve su bittikten sonra, Hâcer
çocuğunu olduğu yerde bırakıp, bir can yoldaşı görebilmek ve birkaç yudum su
bulabilmek ümidiyle Safâ ile Merve tepeleri arasında gidip geldiği esnâda bir
melek, ökçesiyle Zemzem suyunu ortaya çıkarmıştı. Hâcer bu sudan kana kana içti,
çocuğunu emzirdi ve Allah'a hamdetti.
c) Mekke
Şehrinin Kurulması
Hz. İsmâil, daha sonra bu bölgeye yerleşen
"Cürhümîler" den bir kızla evlendi. Kendisi İbrânî, Cürhümîler Yemenli Âribe
(halis) Arablarındandı. Bu sebeple İsmâiloğullarına "müsta'rabe (arablaşmış)
arabları" denilir.
Yemen'de "Seylü'l-arim"(11) denilen sel felâketinden
sonra bu bölgeye gelen Huzâa Kabîlesi, İsmâiloğullarının da yardımı ile,
Cürhümîleri Mekke'den sürüp çıkardılar. Cürhümîler, Kâbe'ye hediye edilmiş olan
altın geyik heykelleri ile diğer kıymetli eşyayı Zemzem kuyusuna atıp, üzerini
toprakla doldurduktan sonra, kuyuyu belirsiz hâle getirerek Mekke'den kaçtılar.
Bu yüzden Zemzem kuyusu uzun müddet kapalı kaldı.
Mekke bölgesinin
hâkimiyeti ve Kâbe muhafızlığı üç asır kadar Huzâalılarda kaldıktan sonra Kilâb
(Hâkim)' in oğlu Kusayy, milâdî 5 inci asırda Kâbe muhafızlığını ele geçirdi.
Kureyş'in başına geçerek, Huzâalıları bu bölgeden çıkardı. Kâbe'nin etrâfında
bugünkü Mekke şehrini kurdu. Ölümünden sonra kabîle başkanlığı ve Kâbe
muhâfızlığı oğlu Abdimenâfa, ondan da oğlu Hâşim'e kaldı. Haşim ticâret için
gittiği Şam seferinde Gazze'de ölünce, rifâde (ziyâretçileri ağırlama ve
barındırma) ve sikaye (ziyâretçilere su temin etme) vazifelerini küçük kardeşi
Muttalib üzerine aldı.
d)
Şeybe'nin adı Abdülmuttalib kaldı
Hâşim, Medine'de Hazrec
kabîlesinin Neccâr oğulları kolundan Amr kızı Selmâ ile evlenmiş, "Şeybe" adında
bir oğlu olmuştu. Selmâ Medine'den ayrılmadığından, Şeybe de Medine'de
dayılarının yanında büyümüştü. Hâşim'in vefâtından sonra, amcası Muttalib O'nu
Mekke'ye getirdi. Mekkeliler Muttalibin yanında tanımadıkları bir çocuk görünce,
Şeybeyi Muttalib'in kölesi sanarak, Ona "Abdülmuttalib" dediler. Bu yüzden
Şeybe, Abdülmuttalib adıyla anıldı.
e) İki
Kurbanlığın Oğlu
Abdülmuttalib, 10 oğlu olduğu takdirde, bunlardan
birini Allah için kurban etmeyi adamıştı.(12) Bu eski âdet, bize Hz. İbrâhim'in
gördüğü bir rüyâ üzerine oğlu Hz.İsmâil'i kurban etmek istemesini(13)
hatırlatmaktadır.
Abdülmuttalib, çeşitli zevcelerinden 10 oğlu olunca
aralarında kur'a çekerek adağını yerine getirmek istedi. Kur'a sonucuna göre,
ileride Rasûlullah (s.a.s.)'in babası olacak olan Abdullah'ın kurban edilmesi
gerekiyordu. Bir arrafe (kadın kâhin)nin tavsiyesine uyularak, belirli sayıda
deve ile Abdullah arasında kur'a çekildi. Kur'a Abdullah'a düştükçe, develerin
sayısı onar onar arttırılarak, yeniden çekildi. 10 deve ile başlayan kur'a
çekimi, develerin sayısı 100 olunca nihâyet develere isâbet etti.(14) Böylece
Abdullah'ın yerine 100 deve kurban edildi. Bu olaya ve neslinden geldiği Hz.
İsmail'in kurban edilmesi teşebbüsüne işâretle Rasûlulllah (s.a.s.) Efendimizin:
"Ben iki kurbanlığın oğluyum" (15) buyurduğu nakledilmiştir. O zamana
kadar 10 deve olan diyet (öldürülen bir kimsenin kan bedeli) de, bu olaydan
sonra, 100 deveye yükselmiştir.(16) İslâm Hukuku'nda kan bedelinin 100 deve
olması, zamanla örf hâline gelen bu olaya dayanmaktadır.
f) Zemzem
Kuyusunun Temizlenmesi
Muttalib'in ölümünden sonra, kabîle
başkanlığı ile Rifâde ve Sikâye hizmetleri Abdülmuttalib'e verilmişti.
Abdülmuttalib, Zemzem'in yerini bulup yeniden kazdırdı. Cürhümîlerin Mekke'den
kaçarken kuyuya attıkları altın geyik heykelleri, kılıç ve zırhlar çıkarılarak
kuyu temizlendi. Zemzem kuyusunun idâresi, Abdülmüttaliboğullarında kaldı.
3- FİL
VAK'ASI (Ebrehe'nin Kâbe'ye Saldırması) (571 M.)
Habeşistan
Kırallığı'nın Yemen Vâlisi Ebrehe, Hristiyanlığı Arabistan'da yaymak ve Arapları
Kâbe ziyâretinden vazgeçirmek için, San'a'da muhteşem bir kilise yaptırmıştı.
Fakat, Araplardan bu kiliseye ilgi gösteren olmadı. Üstelik, Kinâne
Kabîlesi'nden bir Arap, bir gece gizlice kilise içine pisledi. Ebrehe bunu
bahâne ederek büyük bir ordu ile Kâbe'yi yıkmak üzere Mekke üzerine yürüdü.
Arapların bu orduya karşı koyabilecek güçleri yoktu. Mekkeliler şehri boşaltarak
etraftaki dağlara çekildiler.
Ebrehe, Mekke yakınlarında karargâhını
kurdu. Kureyş Kabîlesinin reisi olan Abdülmuttalib'e elçi göndererek, kan dökmek
üzere değil, sâdece Kâbe'yi yıkmak için geldiğini bildirdi. Bu esnâda Ebrehe'nin
öncü kuvvetleri Mekkelilerin sürülerini yağmalayıp ordugâha götürmüşlerdi.
Bunlar arasında Abdülmuttalib'in de yüz devesi vardı. Abdülmuttalib, Ebrehe'ye
giderek yağmalanan sürülerin geri verilmesini istedi. Ebrehe:
-"Ben,
Kâbe'yi yıkmamam için ricâya geldiğini sanmıştım. Görüyorum ki sen, develerinin
derdindesin, bunu sana yakıştıramadım..." deyince, Abdülmuttalib büyük bir
vakarla:
-" Ben, develerin sâhibiyim, onları istiyorum. Kâbe'nin de
sâhibi var. O'nu sâhibi koruyacaktır" diye cevap vermişti. Bu cevap karşısında
Ebrehe, Abdülmuttalib'in develerini ve Mekkelilerin yağmalanan bütün mallarını
geri verdi.
Kur'an-ı
Kerîm'de de açıklandığı üzere, Ebrehe amacına ulaşamadı. Kâbe'yi yıkmak üzere
hücûma geçileceği sırada, Ebrehe'nin her seferinde berâberinde bulundurduğu
Mamut adlı büyük fil ile diğer filler her türlü çabaya rağmen, diz çöküp
oldukları yerde kaldılar; Kâbe cihetine yürümediler. Bu esnâda gök yüzünde
beliren sürü sürü kuşlar, ağızlarında ve pençelerinde taşıdıkları küçük taşları
Kâbe'ye hücûma hazırlanan askerlerin üzerine bıraktılar. Ebrehe'nin büyük ordusu
bir anda perişan oldu.(17) Büyük bir kısmı orada telef oldu. Kaçıp kurtulabilen
askerlerin bir kısmı ile Ebrehe San'a'ya döndü ise de, yakalandığı hastalıktan
kurtulamayarak çok geçmeden öldü.
Ordu'nun önünde yürüyen filler
sebebiyle, tarihte bu hâdiseye "Fil Vak'ası", bu olayın meydana geldiği seneye
de "Fil Yılı" denilmiştir.
"Kâbe'yi
yıkmağa gelen fil sâhiplerine, Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların kötü
plânlarını (hile ve düzenlerini) boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine sert taşlar
atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin yaprağı gibi
yapıverdi". (Fil Sûresi, 1-5)
Rasûlllah (s.a.s.)
Efendimiz, Fil Vak'ası'ndan 52 gün kadar sonra dünyaya geldiği için bu olayı
görmemişti. Fakat bu Sûre indiği esnâda bu olay o kadar iyi biliniyordu ki,
hayatta olanlardan, olayı görmemiş olanlar da sanki görenler kadar olaydan
haberdardı. Bu sebeple Hz. Muhammed (s.a.s.) olay sırasında henüz dünyaya
gelmemiş olduğu halde "görmedin mi?" buyrulmaktadır. Burada görmek , "bilmek ve
duymak" anlamında kullanılmıştır.
(1)
"Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah' a göre ayların
sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aylardır. (et-Tevbe Sûresi,36) (2)
"Kureyş kabîlesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması
sağlanmıştır. Öyleyse, kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren
şu Beyt'in (Kâbe'nin ) Rabbine kulluk etsinler." (Kureyş Sûresi, 1-4) (3)
Bkz. Sünenü'd-Dârimî, 1/3, Beyrut, ts. (4) Bkz. er-Rum Sûresi, 41 (5)
Bkz.Âl–i İmrân Sûresi, 96 (6) Bkz. el-Bakara Sûresi, 127 (7) Kâbe,
Hicretten, yaklaşık 2793 yıl önce yapılmıştır. (Mahmut Esad, Tarih-i Din-i
İslâm,2/7) (8) Bkz. el-Hacc Sûresi, 27-29 (9) Bkz. el-Enbiyâ Sûresi,
69-70 (10) Bkz. İbrâhim Sûresi, 37 (11) Bkz. es-Sebe' Sûresi,16 (12)
İbn Hişâm, 1/160; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 2/5; İbn Sa'd, et-Tabakat, 1/88
(13) Bkz. Saffât Sûresi, 102-110 (14) İbn Hişâm, 1/160-164; İbnü'l-Esîr,
a.g.e., 2 /6-7 (15) el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, 1/199 (Hadis No.606), Beyrut
1351 (16) İbn Hişâm, 1/163
|